Hazal Battaloğlu
Sapir-Whorf hipotezini ilk duyduğumda, çoğu kişinin söylediği gibi “sadece bir teori” dediler. Ama bana hiç öyle gelmedi. “Her dil bir düşünce sistemi kurar ve başka bir dili asla tam anlamıyla anlayamazsın” diyor. Belki de bu yüzden, dili hikayesine neredeyse bir karakter gibi sokan filmler beni bu kadar çarpıyor. Çünkü dilin sadece cümlelerden değil, hayatın hafızasından kurulduğunu hissediyorum.
Geçtiğimiz hafta Ankara’da yapılan “Kadınlar Sağlamcılığı Konuşuyor” etkinliği bu düşünceyi kafamdan çıkarıp gözümün önüne getirdi. Orada Diyarbakır’dan gelen Tuba ile tanıştım. Tuba bir CODA; sağır ebeveynlerin işiten çocuğu. Onun için işaret dili ne “yardımcı araç” ne de “özel ihtiyaç” kategorisine sığan bir şey. O dil, çocukluğunun kokusu, evinin sesi, annesinin bakışı. Yani anadil.
Tuba’yı izlerken önce ellerine değil, yüzüne baktım. Sağır kadınlarla işaret diliyle konuşmaya başladığı an gözleri parladı, mimikleri yumuşadı, nefesi başka bir ritme geçti. O an bedeninin içinden başka bir kadın çıkıyordu sanki. Dilin sadece iletişim değil, kimliği çağıran bir hafıza olduğunu yüzünde gördüm.
Tuba için işaret dili yalnızca konuşmanın bir yolu değil; köklerinin tuttuğu toprak. Ve anadil dediğimiz şey, sadece sağır topluluklar için değil, herkes için politik. Çünkü anadil kelimelerden fazlası; kimliğin zemini, çocukluğun kokusu, hafızanın taşıyıcısı.
Bir dili kaybetmek bazen kendi parçanı kaybetmek gibi. Yeni bir dili öğrenmekse, sadece kelimeleri değil, yepyeni bir hayatı ellerine almak gibi. Tuba’nın sağır kadınlarla paylaştığı her işaret, bana yalnızca onların hikayesini değil, göç eden çocukları, başka dillerde büyüyenleri, kendi toprağında susturulanları düşündürdü. Hepimiz için ortak bir damar vardı orada: Anadil, kim olduğumuzu hatırlatan en derin yer.
Past Lives’ı izlerken Nora’nın Korece konuştuğunda başka, İngilizce konuştuğunda bambaşka bir kadın oluşu beni bu yüzden bu kadar sarsmıştı. Dil sadece kelimeler değil; yüzü, bedeni, hafızayı değiştiren bir şey. Sapir-Whorf’un “Her dil bir düşünce sistemi kurar” dediği yer tam olarak orasıydı.
Nora Korece konuştuğunda sesi yumuşuyor, omuzları düşüyordu. İngilizce’ye geçtiğinde ise başka biri oluyordu. Aynı bedende iki hafıza. Tıpkı Tuba’nın elleri işaret diliyle konuşmaya başladığında yüzünün değişmesi gibi…
Dil sanki kim olduğumuzu sabitleyen bir şey değil. Bazen her dil, içimizde başka bir ‘ben’i çağırıyor gibi geliyor. Anadil, bu çoğulluğun kökü. Birini kaybetmek, bir hafızayı kaybetmek. Birini yaşatmaksa, kendini yeniden hatırlamak demek.
Past Lives’ın sonunda aslında veda edilenin Na Young olduğunu anladığımda, aklıma Tuba’nın gözlerindeki o ışıltı geldi. Bir dilin içinde kaybolmak bazen köklerine yeniden kavuşmak gibi. Ve bazen bir anadil, sadece kelimeler değil; kim olduğunu, nereden geldiğini, hangi hafızayı taşıdığını hatırlatan ince bir damar.
Belki de mesele dilin kendisinden çok, dilin taşıdığı hatıralarda. Tuba’nın ellerinde, Nora’nın Korece’sinde, kendi anadilimizde… Hepsi aynı şeyi fısıldıyor: “Kendi dilinde konuşmak, kendi evinde olmak demek.”
Anadil sadece sağır kadınlar için değil; göç eden çocuklar, başka ülkelerde büyüyenler, kendi toprağında susturulan herkes için. Bir dili korumak, yalnızca kelimeleri değil; hafızayı, çocukluğu, birbirimizi de korumak demek.
Ve şimdi, bu cümlenin ağırlığı neredeyse elimde tutulur gibi:
Anadile sahip çıkmak, birbirimize sahip çıkmaktır.
Ve belki de barış dediğimiz şey… tam da buradan, bir dilin ilk hecesinden başlıyordur.