Bir futbol maçında, sahada olmayan bir kadının adının tribünlerde küfürle ve hakaretle anılması, sıradan bir taşkınlık olarak görülemez. Üstelik bu kadın, Kürt kimliğiyle, barış talebiyle ve yıllardır süren politik mücadelesiyle tanınan bir figürse, mesele kişisel hakareti çoktan aşar. Burada hedef alınan yalnızca bir isim değil; kamusal görünürlük, eşit yurttaşlık, kadın hareketi ve barış ihtimalidir.
Türkiye’de Kürtler, yüzyılı aşkın bir süredir çatışmanın, inkârın ve bastırmanın yükünü taşıyor. Bu tarihsel şiddet rejimi yalnızca Kürt kimliğiyle sınırlı değildir; kadınlar her gün katledilirken, translar ve LGBTİ+’lar sistematik homofobik saldırılara maruz kalmakta, bu gruplar, cinsiyetler ve azınlıklar çoğu zaman devlet diliyle hedef gösterilmekte ve tüm bu şiddet biçimleri büyük ölçüde cezasız bırakılmaktadır. Bugün barıştan söz etmek, yalnızca silahların susmasını değil, toplumsal barışın ve kamusal dilin dönüşmesini de gerektiriyor. Tribünlerden yükselen ırkçı ve cinsiyetçi söylemler, bu dönüşümün ne kadar hayati olduğunu gösteriyor. Barış konuşulurken Kürt kimliğinin hâlâ hakaretin konusu yapılabilmesi, çatışmanın, savaşın ve inkâr dilinin ne kadar canlı kaldığını ortaya koyuyor.
Leyla Zana’ya yöneltilen sözler yalnızca etnik kimliğe dönük değildir; aynı zamanda kadın bedenini hedef alan bir düşmanlık dili içerir. Irkçılık burada cinsiyetçilikle birleşir; Kürt kimliği, kadınlık üzerinden aşağılanır, küçültülür ve tehdit edilir. Bu tesadüfi bir dil değildir. Kadınlar kamusal alanda söz aldığında, hele ki politik bir özne olarak görünür olduğunda, saldırı çoğu zaman beden üzerinden kurulur. Hakaret, doğrudan ya da dolaylı biçimde cinselliğe ve bedene yönelir. Böylece “politik üstünlük”, cinsiyetçi bir cezalandırmaya dönüşür.
Bu dil tribünlerde yalnızca kadınlara yönelmez. Aynı alanlarda yıllardır homofobik sloganlar, LGBTİ+’ları hedef alan aşağılayıcı ifadeler ve “erkeklik” üzerinden kurulan bir tahakküm dili yükselir. Futbol sahaları, erkekliğin sınandığı ve yeniden üretildiği mekânlara dönüştükçe, kadınlar ve LGBTİ+’lar bu düzenin “ötekileri” olarak hedef hâline gelir. Irkçılık, cinsiyetçilik ve homofobi burada birbirinden bağımsız değil; birbirini besleyen tek bir şiddet dili olarak işler.
Leyla Zana’ya yöneltilen saldırılar bu nedenle münferit değildir. Daha önce de Kürt siyasetçilere, kadınlara ve farklı kimliklere benzer nefret söylemleri yöneltilmiş, çoğu zaman cezasız bırakılmıştır. Bu süreklilik, yaşananların bireysel öfkeyle açıklanamayacağını; aksine yerleşik bir toplumsal şiddetin tekrar tekrar sahnelendiğini gösterir.
Kamusal alanda görünür olmak, özellikle kadınlar için hâlâ zor ve bedel gerektiren bir durumdur. Bu görünürlük yerleşik normları zorladığında, karşılık çoğu zaman tartışma ya da eleştiriyle değil; aşağılama, tehdit ve cinsiyetçi bir dil ve politikayla verilir. Bu dile, Erdoğan’ın bizzat kendisinin de dâhil olduğu bilinmektedir; “kız mıdır kadın mıdır”, “ananı da al git” gibi ifadeler hâlâ toplumsal hafızadadır. Tribünler bu açıdan istisna değildir; aksine, kalabalığın anonimliği içinde şiddetin en rahat üretildiği alanlardan biridir. Burada söz, yalnızca bir ifade değil; politik bir güç gösterisine dönüşür.
Devletin bu tür durumlara verdiği tepkiler ise çoğunlukla sınırlı kalır. Açıklamalar genellikle soruşturma vurgusuyla geçiştirilir; ırkçı, cinsiyetçi ve homofobik nefret dili açık biçimde mahkûm edilmez, cezalandırılmaz. Bu sessizlik, kamusal alanda ayrımcılığın sürmesine alan açar ve barışın ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin toplumsal zeminini zayıflatır.
Bugün barıştan söz etmek, kadınların, Kürtlerin ve LGBTİ+’ların kamusal alanda hedef hâline gelmediği bir düzeni savunmak anlamına gelir. Tribünlerden yükselen nefret dili, bu ihtimale yönelmiş açık bir tehdittir. Mesele bir maç, bir tezahürat ya da bir kişi değildir.
Mesele, toplumsal barışın hangi dil üzerinden kurulacağıdır.
Barış hepimiz içindir ve hiçbir kadın yalnız değildir!

