Elif Gamze BOZO
İsviçre’de bir mülteci kampında yaşanan olay, bana Türkiye’yi hatırlattı. Coğrafya değişse de, otoritenin dili ve insanı hiçe sayma biçimi hiç değişmiyor.
Bugün İsviçre’de yaşayan gazeteci dostum Mehmet Murat Yıldırım’la uzun bir sohbet ettim. Bir kamp sakininin sabahın erken saatlerinde apar topar başka bir yere gönderilişini anlattı. Hani hiçbir hazırlık süresi verilmeden, yarım saat içinde eşyalarını toplayıp çık denilen türden. Gerekçesi ise “çalışmayı kabul etmemek.”
Dostum, bu kişiyi tanıyordu. Kanser geçmişi olan, sağlığı kırılgan biriydi. “Bir insanı yağmurun altında, bu havada, bu durumda yola çıkarmak zulüm,” dedi.
Söylerken sesi titredi ama alışık bir ses tonuyla. Çünkü bu hikâyeyi yalnızca orada değil, Türkiye’de de defalarca duymuştu.
PangeaKolektif adlı bir grup, bu keyfi uygulamaya karşı açıklama yapmış. Diyorlar ki: “Zorla çalıştırma derhal durdurulsun, kesintilere yazılı açıklama yapılsın.” İsviçre gibi bir ülkede bu cümleleri okumak insana garip geliyor. Çünkü bu topraklarda “hak ihlali” sözü genelde uzak diyarlara ait sanılır. Ama değil.
Dostum anlattı: Türkiye’den gelen mülteciler çoğu zaman “sistematik ret ve terk kararlarıyla” karşılaşıyormuş. Devlet burada da, orada da aynı refleksle davranıyor: Önce görmezden geliyor, sonra yıldırıyor. Kimliğini, geçmişini, direncini törpülüyor.
Dinlerken bir an düşündüm:
Devletin değişmeyen bir kokusu var. Sınırdan geçerken biçim değiştiriyor ama özü aynı kalıyor — emir veren, susturan, itaat bekleyen bir mekanizma. İsviçre’nin soğuk sabahlarında da, Türkiye’nin beton şehirlerinde de aynı ses yankılanıyor: “Kural bu.”
Ve o sesi duyan insanlar, dünyanın neresinde olursa olsun, aynı çaresizliği hissediyor.
Gerçekten de, devlet her yerde aynı devlet.

