Mehmet Murat YILDIRIM
Başlığı bana o vermişti. Yedi ay boyunca izole bir kampta yaşama tutunmaya çalışan dostum, Kamuran Gün. Yorgun ama dirençli gözlerle söylemişti:
“Murat, kurtulamadık. Türkiye’de TEM, burada SEM. Sadece üniforma değişti.”
Kamuran, HDP’nin Muğla il yöneticisiydi. Aylarca süren gözaltılar, sabaha karşı evine yapılan baskınlar, gece yarısı çalan telefonlar… Sonunda daha fazla dayanamadı. Bir sabah eşiyle dostuyla helalleşti, çocuklarını öpüp yola çıktı. İsviçre’ye ulaştı. Ama o günden beri —yaklaşık üç yıldır, ne burada ne orada. Başvurusuna red geldi. İtiraz etti. Sekiz aydır cevap yok.
Ama biliyoruz: Sistemin cevapsızlığı da bir tür cevaptır zaten.
Ben de benzer bir yoldan geldim. On iki yıl boyunca Türkiye’de gazetecilik yaptım. Maden ocağının girişinde, mezarlıkta, adliye koridorlarında haber yazdım. Ama bazı haberler yalnızca yormaz, hedef de yapar. Görüştüğüm her insan, haber yaptığım her başlık için polis çevirmelerine maruz kaldım. “Kimliğini görebilir miyiz Murat?” diye başlayan sorgular, sonra dosyalara, fezlekelere dönüştü. Bir sabah kalktım ve artık yalnızca gazeteciliğimle değil, varoluşumla tehdit edildiğimi fark ettim.
Eşim ve çocuğum Türkiye’de kaldı. Onları, annemi, kardeşlerimi ardımda bırakıp İsviçre’ye geldim.
İfade sürecim Haziran 2023’te başladı. İkinci görüşmem Aralık 2024’tü. Şimdi Haziran 2025.
İki yıl geçti. Hâlâ karar yok. Hâlâ “bekleyin” deniyor.
Ama beklemek burada sadece zaman geçirmek değil.
Beklemek, yavaşça boğulmak gibi bir şey.
Bu sabah gelen mail: Red
Bu sabah, avukatımın gönderdiği bir e-postayla uyandım.
İltica başvurum reddedilmişti.
Gerekirse ülkeyi terk etmem gerekeceğini söyledi. İtiraz yollarını görüşmek üzere yarın beni ofisine çağırdı.
O an içimde bir şey kırılmadı. Çünkü zaten biliyordum: Bu karar sadece bana verilmedi.
Bu bir örnek değil; bu bir sistem.
Bugün Türkiye’den gelen ve iltica gerekçelerine açık biçimde sığan insanlar, birer birer reddediliyor. Gerekçeler hazır:
“Dosyayı sen açtırmış olabilirsin. Çok yatmamışsın. Türkiye artık gazetecileri tutuklamıyor.”
Ya da daha kötüsü: “Bu yazılar bilinçli yazılmış, inandırıcı değil.”
Ben 37 yaşındayım. Hayatımın 35 yılını Türkiye’de geçirdim.
Kürt bir muhalif olarak, 14 yaşımdan itibaren sokakta, gazetede, belediyede, dergide hak ihlallerine karşı mücadele ettim.
Daha 17 yaşındayken ilk gözaltımı yaşadım — Şemdinli olaylarını protesto ettiğim için.
2012’de Batman’da Sokak gazetesini çıkarırken de, Kuşadası’nda Halkların Demokratik Bültenini hazırlarken de baskılar hiç eksik olmadı.
Çalıştığım belediyede işime sırf politik kimliğim nedeniyle son verildi.
Bütün yaşamım soruşturmalarla, tutanaklarla ve takiple geçti.
Bugün bana yöneltilen her “itiraz kaldırıcı” gerekçe, bir insan hakları ihlalidir.
Ve benim gibi binlerce insanın dosyasında da aynı kalıplar, aynı cümleler yer alıyor.
İsviçre’de ne var?
İsviçre, insan hakları konusunda dünyaya örnek gösteriliyor. Ama gerçek, vitrinle çelişiyor.
SEM, Göç Sekreterliği, tıpkı Türkiye’deki TEM gibi davranıyor artık bizlere.
Burada da sabah saat beşte evler basılıyor. Ama daha sinsi bir şey var: Sessizlikle yıldırmak.
Süreçleri uzatarak, cevapsız bırakarak, karar ver(e)meyerek hayatı askıya almak.
Çünkü umut karar bekler. Kararsızlık, umudu çürütür.
İki sistem, tek mekanizma
Türkiye’de TEM’in görev tanımı belliydi:
Muhalifi sustur, sosyalisti fişle, Kürt’ü potansiyel suçlu gör, aydını şüpheli say.
İsviçre’de SEM’in yaptığı ise daha rafine:
İncele, sorgula, uzat, sessizlikle süründür. Karar veremeyerek yaşama hakkını belirsizliğe göm.
Yine susturuluyorsun.
Yine görünmez kılınıyorsun.
Yine köksüzleştiriliyorsun.
Bu yazı bir çağrı değil, bir kayıt
Biz burada nefes almaya çalışıyoruz.
Türkiye’de nefes alamadık, buraya geldik.
Burada da nefessiz bırakıldık.
Sığınmacı olmak yalnızca bir statü değil.
Her sabah “Bugün bir cevap gelir mi?” diye uyanmak.
Her zarfı korkuyla açmak.
Geri gönderilme ihtimaliyle gece boyu uykusuz kalmak.
Ve en kötüsü de şu:
Çocuğunun büyüdüğünü uzaktan izlemek.
Sesini duymak ama sarılamamak.
Bir ülke susturmaya çalıştı bizi, diğeri ise duymazdan geliyor.
Ama biz buradayız.
Yazıyoruz. Anlatıyoruz. Kaydediyoruz.
Türkiye’de TEM’in susturamadığı ses,
İsviçre’de SEM’e teslim olmayacak!