Tuma ÇELİK
Hatırlarsanız, aylar önce İsrail’in Hamas‘a yönelik saldırılarını yoğunlaştırdığı ve Hizbullah’a yönelmeye başladığı bir dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “İsrail’in hedefinde Hamas ve Hizbullah sonrasında Türkiye var” mealinde bir şeyler söylemişti. Aradan çok kısa bir zaman geçmeden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin meclis sıralarında, o güne kadar “terörist” diye tanımladığı DEM Parti milletvekilleri ile tokalaşması geldi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli‘ye bu hareketinin sebebi sorulduğunda yanılmıyorsam “Cumhurbaşkanımızın söyleminin gereğini yerine getirdim” benzeri şeyler söylemişti. Ardından yine MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, meclisteki grup toplantısında PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’a yönelik, “silahları gömün gelin mecliste DEM Parti grubunda konuşun” çıkışını duyduk.
Türkiye’de yaşayan birçok çevre, atılan bu hızlı adımları henüz “hazmedemeden” yeni yeni adımlarla karşılaştık. Önce DEM Parti milletvekillerinden oluşan bir heyet oluşturuldu ve adına “İmralı Heyeti” denildi. Ardından İmralı’da bulunan PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan ziyaret edildi. Ziyaret sonrasında bu heyet, Türkiye’de bulunan hemen hemen bütün siyasi parti yöneticisi ziyaret edildi ve birçok etkin çevre ile görüşüldü.
Yapılan bu ziyaret ve görüşmelerin içeriğine ilişkin ayrıntılı açıklamalar yapılmadı ama hemen herkes, yapılan bu ziyaret ve görüşmelerde nelerin konuşulduğunu az buçuk tahmin etse de tam olarak bilmiyordu. Ancak kamuoyunun önünde yarım yamalak anlatılan bu süreç ile ilgili birçok şey, kapalı kapılar ardında ayrıntılı bir şekilde tartışıldı ve süreç hızlı bir şekilde devam etti.
İmralı’ya yapılan birkaç ziyaret ve görüşme ile siyaset ve bürokrasi koridorlarında atılan adımlar sonrasında ise PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’ın meşhur kongre çağrısı geldi. 27 Şubat’ta Türkçesi DEM Parti Milletvekili Pervin Buldan, Kürtçesi ise görevden alınmış ve yerine kayyum atanan Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk tarafından okunan mektup ile Abdullah Öcalan, “….ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır. Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür” dedi ve PKK’ye fesih kararı alması için kongre toplama çağrısını yaptı.
Her şey böyle hızlı bir şekilde cereyan ederken hesapta olmayan bir gelişme, İmralı heyeti üyesi ve İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in zamansız ölümü, yaşandı. Uzun bir süre hastanede bilinci kapalı bir şekilde kaldıktan sonra hayata veda eden Sırrı Süreyya Önder’in bu zamansız ölümü her ne kadar birçok insanın “acaba mı” diye düşünmesine neden olduysa da toprağa verilmesi sonrasında süreç aynı hızla yürümeye devam etti.
Son olarak geçtiğimiz günlerde PKK tarafından yapılan açıklamada, PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla 5-7 Mayıs tarihlerinde 12. Kongre’yi topladıklarını ve bu kongrede; silahlı mücadeleyi bitirme ve PKK’nin feshedilmesi kararı aldıklarını duyurdular. Muhatapları için hiç te sürpriz olmayan bu açıklama sonrasında bu sefer sürecin “diğer” tarafından, Türkiye’deki değişik çevrelerden farklı farklı tepkiler geldi.
Her ne kadar Türkiye’deki iktidar ve çevresi, sürece uygun tepkiler ortaya koysa da, özellikle “ulusalcı” kesimler, uykudan yeni uyanmış ve hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi, sürece karşı ciddi tepki göstermeye başladılar. İlk birkaç gün tek-tük çıkan bu tepkiler her gün biraz daha artarak devam ediyor.
Görünüşe göre kendiliğinden ortaya çıkan ve hızlı bir şekilde yürüyen bu süreç, aslında hiç de kendiliğinden ortaya çıkmadı ve her şey planlı bir şekilde yürüdü. Çünkü her adım, arkasından atılacak adım hazırlandıktan sonra atıldı. Mesela, Erdoğan’ın İsrail’e yönelik çıkışı, Bahçeli’nin PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan‘a -ve dolayısıyla PKK’ye- yönelik önerisi netleştirildikten sonra dile getirildi.
Aynı şekilde PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’ın kongre çağrısı, Kandil’deki yöneticilerle ilişkiler kurulup her şey hazırlandıktan sonra yapıldı. Kısacası her şey önceden konuşulmuş tartışılmış belli bir sonuca getirilmiş ve bu sonuç sonrasında adım adım hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Tabii bütün bunların da bir sebebi var. İşte bence en önemlisi de bu sebeptir.
Bilindiği gibi dünyada yeni bir düzen oluşturuluyor. Bu yeni düzene göre de Ortadoğu bir bütün olarak değişiyor ve bu değişim içerisinde Türkiye’nin şu andaki haliyle ayakta kalabilme şansı yok. Belki geç oldu ama Türkiye’deki egemenler de bunu az çok görmeye başladılar ve buna göre yeni bir pozisyon alma gereği hissetmeye başladılar. İşte Türkiye’de yürütülmeye çalışılan süreç tamamen bu gelişmelerle ilgilidir.
Bu yüzden Türkiye, içinde bulunduğumuz bu süreçte bir karar vermek zorunda; ya içinde bulunduğu durumu devam ettirmeye çalışarak etrafındaki tehlikeleri bertaraf etmeye çalışacak, ya da değişen dünya koşullarına bağlı olarak kendisi de değişecek. Eğer birinci şıkkı seçerse hem kendi içindeki hem de dışındaki güçlerle savaşmak zorunda kalacak ve büyük bir ihtimalle çok büyük zararlar görecek. Yok eğer ikinci şıkkı seçerse, o zaman kendi içindeki güçlerle barışıp birlikte dışardaki dayatmalara karşı mücadele edecek. Ben bugün yaşadığımız gelişmelere baktığımızda Türkiye’nin ikinci şıkkı seçtiğini söyleyebileceğimizi düşünüyorum.
Aslında aklın yolu bir ve gelinen aşamada Türkiye önünde, eğer aydın demokratik ve Ortadoğu’da -hatta dünyada- güçlü bir ülke olma isteği varsa, yapacak başka bir şeyi yok. Ama önünde ciddi bir tehlike de var…
Biliyorsunuz, Türkiye’de şu anda varolan eğitim sisteminin temelleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk-İslam-Sünni kimliğe dayalı bir ulus devlete dönüştürülmeye karar verildiği dönemde atıldı ve yaklaşık 120 yıldır Türkiye’de Türk-İslam dışındaki kimliklerin inkarına dayalıdır. Yani yüz yıldan fazla bir zamandır Türkiye’de Türk’ten başka kimsenin olmadığı eğitimi verilerek inkârcı, tekçi ve imhacı bir paradigma yaratıldı. Dolayısıyla şimdi, bir anda bu paradigmadan vaz geçmek hiç de kolay değil. Bence Türkiye’de şu anda bu anlamda ciddi bir mücadele veriliyor. Ancak bu mücadele sadece iki taraftan oluşmuyor…
Bir tarafta değişimin gerekliliğini gören ve bunun gereklerini yerine getirmeye çalışan bir kesim var. Ancak bu kesimin karşısında yüz yıllık eğitimden beslenen ve statükoda ısrar eden büyük bir kesim daha var. Bunların yanında bir de değişime taktiksel yaklaşan ve olabilecek saldırılar savuşturulduktan sonra “eski tas eski hamam” anlayışında devam etmeyi düşünen bir kesim daha var ve bence en çok bu anlayışa dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü her iki kesime de en büyük zararı bunlar verebilir.
Her halükarda önümüzdeki yaz, Türkiye için her zamankinden daha fazla sıcak geçecek… Hatta bu sıcaklığın Akdeniz’i fokur fokur kaynatması ve bir anda hepimizin yeniden Kıbrıs gerçeğiyle karşılaşmamızı sağlayabilir. Bunu da bir başka yazıda değerlendirelim…