Zekeriya ÜNAL
Arif’in dükkanındaki müşteri siz olsanız, aldığınız bu bilgi (!) halıyı satın alma kararınızı olumlu yönde etkiler mi?
Eğer cevabınız “evet” ise oturup bir daha düşünmelisiniz. Halı hakkında değil elbette, verdiğiniz cevap hakkında.
Neden mi? Başa dönelim.
“BİZ BU ENGELLİLERLE NE YAPACAĞIZ?”
ChatGPT’ye göre şu anda ülkemizde engelli bireylerin nüfusa oranı %6.9 ile %13 arasında değişiyor. Kesin rakam ne olursa olsun, sade vatandaş artık bu ülkede engelli bireylerin de kendileriyle birlikte yaşadığını kabul etti. Kimisi isteyerek, kimisi zorla.
Artık herkesin elinde akıllı telefon olduğuna göre, “nasıl engelli olunur, engelli kime denir, engelliler kaç gruba ayrılır” ve benzeri soruların cevabını ufak bir aramayla şak diye bulmak mümkün. Dolayısıyla ben de burada engelliliğin tanımı ya da ansiklopedik bilgi paylaşmayacağım.
Fakat toplumsal hafızamızda, cevabı “Nasıl engelli olunur/engelli kime denir”den çok daha fazla merak edilen bir soru olduğu da kesin. O da şöyle: “Biz bu engellilerle ne yapacağız?”
“Nasıl iletişim kuracağız- ya da kuracak mıyız?”
“Pozitif ayrımcılık mı yapmalıyız, yoksa görmezden mi gelmeliyiz?”
Feminist yürüyüşlerde pankartlarda gördüğüm ve çok da sevdiğim bir slogan var. Diyor ki: “Sen, ben, biz, birbirimizin çaresiyiz!”
Bu söz sağlıklı-engelli birey arasındaki ilişki ve iletişim için de geçerli. Fakat yalnızca temel iletişim dinamiklerini kullanmak yetiyorken “bir” olmaya, aramıza görünmez bariyerler örüp farklı taraflara savruluyoruz.
DOLAYLI VE DOLAYSIZ AYRIMCILIK
Engelli bir bireyin gündelik yaşam içerisinde karşısına çıkabilecek iki çeşit ayrımcılık var: Doğrudan ve dolaylı ayrımcılık.
Doğrudan ayrımcılık nettir. Kelime oyunları yapmaz. “Sen buraya giremezsin!” der, “Bizimle yiyemezsin/içemezsin/konuşamazsın!” der. Engelliye ve engelliliğe duyulan hoşnutsuzluğun birebir yansımasıdır.
Dolaylı ayrımcılık –bence- çok daha tehlikelidir, çünkü yapılan ayrımcılık ilk bakışta belli olmaz. Geçmişte yaşadığım ve hiç unutamadığım bir örnekle açıklayayım:
Çağdaş ve ilerici olduğunu iddia eden bir sivil toplum örgütünde, köy okullarına yapılacak yardım için şirin bir çocuk çantasıyla üyelerden bağış toplanıyor. Hepimiz genciz, kimin gönlünden ne koparsa… Çanta benim bulunduğum tarafa doğru geliyor, çaktırmadan cüzdanımı açıp para çıkarıyorum. Elimde paramla bağış toplanan çantaya doğru hamle yaparken, çantayı tutan el “Senin para vermene gerek yok Zekeriya.” diyor gülümseyerek. “Neden?” diye sormuyorum, çünkü cevabı biliyorum.
Benden bağış almayarak bana pozitif ayrımcılık yaptığını zanneden şahıs, birazdan geri dönmemek üzere o binadan ayrılacağımı bilmiyor tabii.
ENGELLİ YAZAR ŞABLONU
İlk kitabım Muzaffer’in Ölüm Uykusu çıktıktan sonra bu dolaylı ayrımcılığı daha çok gözlemleme ve üzerinde düşünme fırsatım oldu. Kitap fuarlarında “Muzaffer siz misiniz? Kendi hayatınızı mı yazdınız?” gibi sorular soruldu. Böyle soruların sorulması normaldi, insanlar beni zihinlerindeki “engelli yazar” şablonuna oturtmaya çalışıyordu. Engelli bir yazar ya acılarla dolu (!) hayatını yazmalı ya da duygu yüklü şiirler kaleme almalıydı. Hayali öyküler yazan bir yazar olarak bu şablona pek uymadığım ortadaydı.
“Bugün Regaip Kandili, sevaptır.” diye aynı kitaptan beş tane alanla da, beş-altı kitap parası verip kitap almadan kaçanla da bu fuarlarda karşılaştım. Onlar da pozitif ayrımcılık yaptıklarını düşünüyorlardı herhalde.
FAZLA POZİTİF BİR AYRIMCILIK
Yazının başına geri dönersek, o halının dokuması ya iyidir ya kötü. Zekeriya’nın yazdığı kitap da ya iyi yazılmıştır, ya da kötü. Elbette zevkler ve renkler tartışılmaz ama; Zekeriya’nın tekerlekli sandalye kullanması, ayağa kalkamıyor-yürüyemiyor olması o kitabı daha iyi yapmaz. Daha kötü de yapmaz.
Zekeriya ya iyi bir yazardır, ya da değildir. Öykülerini yazarken oturduğu tekerlekli sandalye onu daha iyi yapmaz.
Her şeyin fazlası zararlıdır. Pozitif ayrımcılık da öyle.
İnsanı öldürmez belki, ama eşitliği öldürür.